“Yunan yeraltı şarkıları İstanbul sokaklarında”
Cavit Ergün, ITU (MIAM), 2006
Vassilis Tsitsanis’in şarkısındaki gibi bulutlu bir pazar olmasa da, bol bulutlu bir çarşamba günü buluştuk Muammer Ketencoğlu ile. Alan çalışması olarak seçtiğim İstanbul’da Rebetiko konusu ile ilgili kendisiyle bir söyleşi gerçekleştirdim. 10 seneyi aşkın bir süredir yaptığı radyo programının mekanı Açık Radyo’da, Tuna’nın Beri Yanı bittikten “20” dakika sonra söyleşiye başladık.
Son birkaç yıl içinde Rebetiko müziğinin Türkiye’de daha fazla dinlendiğini ve sevildiğini düşünüyor musunuz? Tabii bu soruyu sorarken ticari amaçları olan dans müzikleri ve popüler Yunan şarkılarını değil muzikal anlamda yapılan ciddi çalışmaları kastediyorum.
Son birkaç sene değil belki de son 15 sene içinde çok ciddi bir ivme olduğunu düşünüyor ve rebetikonun çok gecikmiş de olsa hakettiği ilgiyi bulmaya başladığını görüyorum. Burnumuzun dibinde olan ve çok büyük oranda Anadolu müziğinden ögeler barındıran bu komşu kültürün müziğini neden 90’lardan önce keşfedemedik? Kısaca bunun nedenlerine değinmek lazım. Mübadeleden sonra uzun süre Yunanistan’daki müzisyenler, Anadolu müziğini çeşitli şekillerde işlediler ya da hatalı hatasız anımsadıkları ezgileri plaklara kaydettiler. Bu kayıtlar Metaksas zamanındaki bazı yasaklamaları saymazsak çok büyük ilgiyle karşılandı. 1950’lerden sonra tüm dünyada Amerikan müziğinin baskınlaşmasıyla bağlantılı olarak Yunanistan’da da Rebetiko yavaş yavaş unutulmaya başladı. Her döneme çok kolay uyabilen Tsitsanis’in müziğinin dışında gerçek Rebetiko ustaları zor sahne bulmaya başladı. Türkiye’ye baktığımız zaman da buradaki Rum nüfus her geçen gün azalmaktaydı. Devlet politikaları nedeniyle bu iki ülke kültürel olarak hiçbir zaman yakın olamadığı için, hem Yunanistan’daki müzisyenler Türk müziğinden kopmuşlar hem de buradaki müzisyenler orada yapılan çalışmalardan haberdar olamamışlar. Yunanistan’da 70’lerden sonra rebetiko müziğinin yeniden canlanması ise Türkiye’ye yansımamış.
Türkiye’de 1987’de ilk gösteriminde yasaklanmış olan ancak sonra bir şekilde tekrar izleyicisiyle buluşan ve büyük yankılar uyandıran Rembetiko filminin Türk dinleyicisinin bu müziğe ısınmasında çok önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. 1985’lerden önce Rebetiko dinleyen entellektüellerin son derece az olduğu düşünülürse esas süreci bu filmin başlattığı söylenebilir. İnsanımız, kökleri burada olan bu müziği 70-80 sene bilmeden yaşamış. Kültürel köprüler yok olmaya yüz tutmuş.
Tam da o günlerde, yani 80’li yılların sonlarında benim bu müziğe ilgim arttı. Plak toplamaya, rembetiko klasiklerini edinmeye ve çeşitli mekanlarda icra etmeye başladım. Aynı zamanda Yunanca’dan yaptırdığım tercümelerle bu müziğin arka planını öğrenmeye çalıştım. 90’lardan itibaren rebetikoyu irdeleyen konferanslar, müzikli dinletiler gerçekleştirmeye başladım. 93’de ilk albümüm Sevdalı Kıyılar’da birkaç tane Rebetiko örneğine yer verdim. Arkasından Türkiye’de ilk defa yapılmış olan Rebetika ve Rebetika II seçkilerini hazırladım.
Peki Rebetiko’nun tam da Türkiye’de sevilmeye başladığı zamanlarda Yunanistan’daki durumu neydi? Vamvakaris, Tsitsanis’in yaşadığı dönemlerdekine göre daha az mı dinleniyordu?
O dönemlerdeki gibi hiçbir zaman olamaz tabi ama 90’larda bahsettiğimiz filmin de etkisiyle Rebetiko’ya bir ilgi artışı oldu. 90’lardan başlayarak şu ana kadar yapılmış en ciddi Rebetiko kolleksiyonu Panagiotis Kunadis tarafından yayınlandı. 80’den fazla sayıda bir cd kolleksiyonuydu bu.
Bir müziğin canlanmasında bu kadar önemli bir rol aldığı için Rembetiko filminin başarısından da söz etmek gerekir sanırım.
Kesinlikle doğru. 93 yılında hatırlıyorum, ilk defa İstanbul’a bir Rebetiko topluluğu gelmişti, Beyoğlu’nda Tribünal diye bir yerde 4-5 gün aralıksız sahne aldılar. Ve kendilerine gösterilen ilgi büyüktü.
Bir çok yerde sayısız konserler, dinletiler ve söyleşiler verdiniz. Çaldığınız yerlerde sizi dinlemeye gelenler daha çok kimlerdi ?
Kabaca söyleyecek olursak; her türlü düşünceye açık, önyargıdan uzak gençler, bu komşu müziğe bir şekilde ilgi duyan aydınlar, Yunanistan’la herhangi bir şekilde bir bağlantısı olan ve burada yaşayan ya da gelip giden ve sayıca çok az olduğuna inandığım Rumlar.
Bu kültürün yakın tarihini anlatmaya devam edelim isterseniz.
İstanbul’daki Rebetiko dinleyicilerle ilgili ikinci önemli bir olgu ise şu: 94 yılında Taksim’deki Eski Yeşil adlı başka bir mekanda, Rembetiko filminin yönetmeninin eşi Thesia Panagiotu tarafından getirtilen ve bence İstanbul’un gördüğü en keyifli Rebetiko grubu iki ayrı zaman diliminde konserler verdi. Sonraki çalışmalarından anımsayacağımız Vassiliki Papageorgiou o grubun şarkıcısıydı. Bu dinletiler dizisi Türkiye’de neyin gerçek Rebetiko olduğunu, neyin daha avam sirtaki müziği olduğunu göstermesi açısından önemliydi.
Bu arada biz de 96’dan itibaren daha etkin olarak konserler vermeye başladık. 98 yılında “Kompania Ketencoğlu” devri başladı. Buzukici Orhan Osman’la çalışmaya başladık. Vokallerde Stelyo Berber ve Ivi Dermancı vardı. Bu ekiple 2002’ye kadar yurtiçinde ve yurtdışında pek çok konser verdik. 2002’den itibaren Orhan’ın da kendi müziğini yapmaya karar vermesiyle beraber biz de buzukili Pire usulü müzik icra etmeyi bıraktık. Böylece “Muammer Ketencoğlu ve Zeybek Topluluğu” ortaya çıktı. Zeybek aslında Ege’nin iki tarafını birleştiren çok önemli bir kavram. Çünkü Yunanistan ve Türkiye dışında hiçbir ülkede zeybek müziği ve dansı yok. O anlamda iki kültür açısından zeybek formunun kasaba yada çiftetelliye göre daha belirleyici olduğunu düşünüyorum. Ve o tarihten itibaren Zeybek Topluluğu ile çalışmaya başladık.
Peki o noktada müziğinizde buzukinin olmamasının bir eksikliği hissedildi mi?
Hayır çünkü repertuarı baştan aşağı değiştirdik. İlk dönem Rembetiko müziğine yani İzmir tarzı rebetikoya ve yine Ege’den Türkçe ve Rumca halk türküleri ve zeybeklere yöneldik. Muammer Ketencoğlu ve Zeybek Topluluğu’nun tınısı bambaşka ve bence iki kültürünbütünleşmesine daha yatkın bir hale geldi.
Ana enstrümanınız akordeon olmasaydı, hangi enstrümanı çalmak isterdiniz?
Herhalde keman çalmak isterdim. Kemanın insan duygularını anlatmakta çok güçlü olduğuna inanıyorum. Rebetiko müziğinde ve Yunan halk müziğinde de çok büyük kemancılar yetişmiştir. Keman çok kuvvetli ve bir o kadar hisli bir çalgı.
Tabii rembetiko açısından bakarsak ayrılmaz olan ikili akordion ve buzuki.
1940’lardan sonrası için bu doğrudur. Keman daha çok bir renk sazı olarak zaman zaman kullanılmıştır.
Birkaç sene önce, Yunanistan’da gerçekleşen Tsitsanis günlerinde çaldınız, bu festival hakkında bilgi alabilir miyim?
Bu festival Tsitsanis’in öldüğü 1985’ten beri her sene düzenli olarak gerçekleştiriliyor. Biz 2002’de katıldık. Tsitsanis’in doğduğu Trikala şehrinde gerçekleşti. Yorgos Stefanakis adında yaşayan usta bir buzukiciyle beraber çaldık. Ağırlıklı olarak Tsitsanis şarkıları vardı repertuarımızda. Çok çeşitli yerlerden sanatçıların katılımı oldu. İsveç’ten Rebetiko yapan bir topluluk bile vardı.
Yunanistan’da rebetiko müziğini eğlence ortamında değil de usta müzisyenlerin yer aldığı konser ya da dinletilerde dinlemek mümkün mü ?
Aslında bazı kavramları yeniden tanımlamaya ihtiyacımız var. Rebetiko müziği aslında bir konser salonu müziği değildir. Bu müziğin içinde de eğlence, içki, dans vardır. Ancak 1950’lere 60’lara kadar bunun belli bir seviyesi ve adabı vardı. Sonradan bu seviye, eğlence kültürü ön plana geçince zarar gördü. Tabii gerçekten Rebetiko müziğinin yapıldığı mekanlarda, eğer doğru bir izleyici topluluğu varsa, hem müzik dinlemeyi hem de eğlenmeyi bir arada kolaylıkla başarabiliyor Yunanlılar. Müzikle eğlenceyi doğru dengelediğiniz zaman iyi bir şey çıkıyor ortaya. Ben de kendi adıma bu tür müziği icra ederken, insanların ellerini kavuşturup klasik müzik dinler gibi dinlemelerinden rahatsız oluyorum. Çünkü bu müzik, halk müziği kökenli, insanların dinlerken özdeşleştiği, kendilerinden birşeyler kattıkları, katmayı dileyecekleri bir müzik. Dinleyecilerin adabına uygun şekilde tempo tuttukları hatta mekan uygunsa dansettikleri ortamların en güzel ortamlar olduklarını düşünüyorum.
Son olarak, ülke müzikleri ve dünya müziği adıyla anılan iki ayrı kavram var. Gerçi bu kavramlarla ilgili görüşlerinizi az çok biliyoruz ama, gene de burada kısaca değinebilirseniz sevinirim.
Geleneksel müziğin köklerini, icra biçimlerini doğrudan ve sansürsüz olarak algılamayı seçen bir müzisyenim. Dünya müziği olarak kabul gören müziklerinse temel olarak ticari kaygılardan ortaya çıktığını düşünüyorum. Artık dünyanın neresine giderseniz gidin, hep aynı sound’u duyuyorsunuz. Bu sound, geleneksel müziğin zenginliği alınarak, batılının kulağına hitap edecek şekilde global bir yaklaşımla sunuluyor. Böylece dünya müziği de, popüler müziğin kulvarında yer almaya başlıyor. Bunu söylerken herkes kendi müziğini yapsın, sınırlarını aşmasın demiyorum, tam tersine sınır kavramı bana çok uzak bir kavram. Farklı geleneklerden gelen müzisyenlerin biraraya gelerek ortaklaşa çalışmaları kimi zaman çok yaratıcı sonuçlar doğurabiliyor. Bu yüzden “world music” etiketi altında çıkan bazı müzikler beni de ilgilendiriyor tabii ama birçoğunu da kitsch bulduğumu söyleyebilirim. Ayrıca elektronik müziğin geleneksel müzikte kullanılmasından büyük rahatsızlık duyuyorum doğrusu. Bu tür çalışmalarda geleneğe saygının herşeyden üstün olması gerekir.