Skip links

Taşkahve – Serhan Yedig / Hürriyet

TAŞKAHVE’DE AKŞAMÜSTÜ HUZUR VE HÜZÜN VAKTİDİR
Serhan Yedig
Hürriyet, 19 Temmuz 2010

Muammer Ketencoğlu (46), dünyayı dört duyusuyla keşfeden gezginlerden. Son 20 yılda Brezilya’dan Hindistan’a pek çok ülkeye gitti. “Görmenin yerini tam olarak tutamasa da, sesler, kokular, lezzetler ve insanlarla temas bir şehrin portresini çizmek için çok önemli ipuçları verir” diyor. Anlattıkları, sadece görüntülere odaklanan gezginlerin neler kaçırdığını gösteriyor. Ketencoğlu, bestelerine yerverdiği altıncı albümü “Gezgin”de yolculuk izlenimlerini müziğe dönüştürdü. Sanatçıyla dört duyuyla dünyayı keşfetmenin inceliklerini ve Ayvalık’tan ilhamla bestelediği “Cunda’da Akşamüstü”nü konuştuk.

1998’de, Açık Radyo Müzik Şenliği için İstanbul’a gelen sıradışı müzikçilerden biri de Alman ses ressamı Hans Ulrich Werner’di. Röportaj için buluştuğumuzda “Çevrenizi dikkatle dinlerseniz, en küçük seslerin, tıkırtıların bile melodisi olduğunu fark edersiniz” demişti. Werner, her şehrin farklı ses kimliği olduğunu savunuyor, bunu çalışmalarıyla kanıtlıyordu. Parklarda, meydanlarda, sokaklarda kaydettiği seslerle hazırladığı şehir portreleriyle ünlüydu. İstanbul dahil 500 şehirde kayıt yapmış, Chicago, Lizbon, Madrid, New York albümleri büyük ilgi görmüştü.
O günden bu yana, bir şehri keşfetmede seslerin, kokuların önemi üzerine düşünür dururum. Önceki hafta Muammer Ketencoğlu’nun Kalan Müzik’ten yayımlanan Gezgin albümü elime geçtiğinde, ilgiyle dinledim. Ketencoğlu, hiç ayak basmadığım Köstence, Sao Paulo gibi şehirleri dört duyuyla keşfetmiş, bunu müziğine yansıtmıştı. Çok sevdiği Ayvalık’ın Cunda (Alibey) Adası’na ise hüzünlü bir beste ise selam göndermişti.

KEŞİF MEKANI SOKAK VE MEYDANLAR

Akordeoncu Ketencoğlu’yla konuşurken, dikkatli bir kulak ve burnun seyahatleri ne kadar boyutlandırabileceğini bir kez daha fark ettim. “Şehirlerin ses atmosferi, kimliği hakkında bilgi verir: Kahkahalar, farklı dillerdeki konuşmalar, ses tonları, trafik yoğunluğu… Aynı şekilde kokular da ipuçları sunar” diyordu. “Müzelere, turistik mekanlara gitmem, çünkü buralarda görsellik ön plana çıkar. Mimariden çok insanlar ilgilendirir beni. Şehirlerin ruhunu meydanlar, arka sokaklar, metro istasyonları, parklarda, yerel müziklerde keşfederim. Eşimle sokaklarda yürürüz, çevreyle ilgili kısa bilgiler verir. Ben sesler, lezzetler, kokuları incelerim. Akdeniz, Latin Amerika şehirlerini kavramak kolaydır, Orta Avrupa kendisini ele vermez. Örneğin Berlin ve Sao Paulo dünya şehridir, farklı diller konuşulur sokaklarında. Fakat Sao Paulo, dışa açıktır, halkı içten bir ses tonuyla konuşur, empati kurar. Yemeklerinde binbir tür egzotik baharat kullanılır. Türk Sokağı ismi verilen Arap sokağında, Türkiye’dekinden daha lezzetli bir zahter yemiş ve dünyanın karmaşıklığını hissetmiştim. Sao Paolo’daki Agusta Caddesi, bana sesleri ve kokusuyla İstanbul’daki Talimhane’yi hatırlatmıştı, bu etkileşimle bir beste yaptım. Berlin’de ve diğer Alman kentlerinde ise daha az konuşma duyarsınız, insanlar içedönüktür. Konuşmalarında duygusal dalgalanma yoktur. Hayatları gibi tekdüzedir. Berlin sokaklarında seyyar satıcılardan yükselen bratvurst (sosis) hariç kokular azdır, kimlikler parfümle perdelenir, sürprizsiz, steril bir hayat sezilir. Buna karşın Hindistan ağaç, meyve, baharatlarıyla koku cennetidir, bu zenginlik insanların tenlerine yansır. Yunan kadınları üst perdeden konuşur, baskın karakterlerini hissedersiniz. Buna karşın Hintli kadının zarif sesinde sosyal baskıyı hissedersiniz.”
Yerel müziklerin halkları tanımak için önemli bir gösterge olduğunu söylüyordu Ketencoğlu: “Yunanistan coşku ülkesidir. Oysa Epir bölgesinin müziği içedönüktür, blues’u yaratan Mississippi’lilerin ruh halini çağrıştırır. 2004’te gittiğimde, halkının çok az konuşan, içe dönük kişiler olduğunu görmüştüm.”

9 YAŞINDAKİ YOLCULUK

Ketencoğlu ilk uzun yolculuğuna 12 yaşında, babasıyla çıktı. Trenle 51 saatte İzmir’den Gaziantep’e gitti. Bu yolculuğun dünyayı dört duyuyla kavrama
konusunda ufkunu açtığını söylüyor: “İzmir’deki körler okulundan mezun olunca bakanlık bizi Gaziantep’teki yatılı körler okuluna yönlendirdi. Ailem yoksuldu, başka seçeneğimiz yoktu. Trende ilk kez Türkçe’nin farklı şivelerini, Kürtçeyi duydum. Kompartmandakilerin söyledikleri uzunhavalardan çok etkilendim. Üç yıl kaldığım Antep’in sokaklarından yanık kokusunu, tezgahına vurup, bağıran kahke (simit), şerbet satıcılarını hatırlarım. Bir de yanımızdaki Eğitim Enstitüsü’nden gelen silah seslerini. 12 Eylül öncesiydi. Sesinden silahların tipini bilirdik.”
İlk yurtdışı gezisi, Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’ndeki öğrencilik yıllarının sonuna rastlıyor. Ketencoğlu, 21 yaşında, Danimarka’daki Özürlüler Kampı’na katıldı. Farklı ülkelerin gençleriyle, lezzetleriyle tanıştı. 1990’lardan bu yana dünyayı gezip, konserler veriyor. 10 gezisinden ikisi seyahat amaçlı. Türkiye’de ayak basmadığı çok az şehir var. Kuzey hariç çoğu Avrupa ülkesine gitti. “Belçika’nın Ostend kentini hiç unutamam. Bahardı. Kuzey Denizi’nin alışık olmadığım sert, yosun ağırlıklı kokusu başımı döndürdü, müthiş bir duyguydu, hiç unutamam.” Dünyanın şehirlerden, insanlardan ibaret olmadığını söylüyor. “Gezginliği şehirlerin dışına taşımayı, doğaya çıkıp hayvanlarla temas etmeyi severim. Rajastan’a gittiğimde, bir sabah Ganj kıyısında hayatımdaki en güzel bülbül sesini duydum. Bazen yaban alanlarında, okyanuslarda yapılmış ses kayıtlarını dinler, zihinsel yolculuklara çıkarım.”
Ketencoğlu’nun gelecekle ilgili gezi hayallerine gelince. “Çok farklı kültüre sahip Çin’e gitmek, sokaklarındaki sesleri duymak istiyorum. Başta Küba olmak üzere, Karayipler’in tropikal adalarını merak ediyorum. Okyanusun sesini, kokusunu, kıyısında olma duygusunu merak ediyorum. Orta Asya steplerinde sonsuzluk duygusunu yaşamak, atlarına dokunmak, hayallerimdekilerle karşılaştırmak istiyorum.”

CUNDA’DA GECEYARISI ŞOKU

İlk beş albümünde Balkan ve Ege ezgilerini seslendiren Ketencoğlu, “Gezgin”de bestelerine yer veriyor. Dinleyicisini, Romanya’da Ege’de gezdirdikten sonra albümün ortasında Ayvalık kıyılarına getiriyor. “Cunda’da Akşamüstü,” hemen yola çıkma hissi verecek kadar etkileyici. Ketencoğlu, “13 yıllık gönül bağımın ürünü” diyor bu eser için. “Konser için gitmiştim ilk kez. Gecenin 2’sinde Ayvalık’tan Cunda’ya geçerken açık pencededen gelen büyülü kokuyla sarsılmıştım. Zeytinliklerin, hayıt ağaçlarının ve denizin kokusuydu bu. Sonraki yıllarda defalarca gittim, ne o saatte Cunda’ya girdim ne de o kokuyu duydum, buna karşın ilk karşılaşmanın sarsıcı etkisi hep sürdü. Beni Cunda’ya bağladı. Sakinliğini, huzurunu, insanların çelebiliğini, kedilerin sevecenliğini, Taşkahve atmosferini özledikçe her fırsatta gittim.”
Ketencoğlu için Cunda bir imgeler denizi. Her ses, koku binbir çağrışımın kapısını aralıyor. “Taş sokaklarda ikindi vakti kumruların sesleri duyulur. Dar sokaklarında yürürken zeytincilerden yükselen yağ, zeytin, sabun kokuları başdöndürücüdür. Bunlara baharda çiçeklenen iğde, gülibrişim, yaseminler katılır. Taşkahve balıkçıların buluşma mekanıdır. Yaşlılar Girit aksanıyla Rumca konuşur. İlk bakışta içedönük, kendilerini ifadede zorlandıkları izlenimi verirler. Oysa birbirleriyle şakalaşırken gerçek kimliklerine bürünürler. Taşkahvede oturur, balıkçıların sohbetlerini, limandan ayrılan, balıktan dönen motorların sesini dinlerim. Kediler sürtünür bacağıma, onları severim.”
Tüm bunların ötesinde, Cunda ikindilerinin farklı bir ruhu olduğunu, bestesinde de bunu öne çıkardığını söylüyor Ketencoğlu: “Cundalılar, Girit’i hiç unutmaz. Karşı adalardan gelenlerle dostlukları güçlüdür. Yunan radyolarından müzik dinlerler. İkindi vakti kıyıdaki bir restorana oturduğunuzda, denizin vahşi kokusunu duyar, martıları dinlersiniz. Sözcüklerle anlatılması güç bir hüzün çöker üzerinize. Ben de bu hüznü müziğe dönüştürdüm.”